20/05/2024 03:22

Şehadet tarihi: 18 Ocak 1988
Adana’lı olup 28 yaşındaydı. CHP Hükümeti zamanında, 1979 yılında, Pol-Der’li polisler tarafından gözaltı­na alınıp akıl almaz işkencelerle bir çok faili meçhul ola­yın suçlusu yapılmış ve cezaevine kapatılmıştı. 10 yıla ya­kın bir müddet, mahkemelerde yargılanarak ve cezaevin­den cezaevine sürgün edilerek yaşadı. Son olarak sürgün edildiği Aydın Özel Tip Kapalı Cezaevi’nde elektrik çarp­ması neticesi şehit düştü. Cenazesi, Adana’nın Karaisalı il­çesine bağlı Kaşoba köyündeki mezarlığa defnedildi.

ŞEHİT YUNUS UZUN

Yeni koğuşumuza geldiğimizin üçüncü günü tekrar bir hareketlenme başlamış ve demir kapımız gıcırdayarak açılıyordu. Yeni gelenler kapıdan içeri girerken Adanalı komünistler ‘Yunus Uzun’ diye fısıldaşıyorlardı. Mamak Askerî Cezaevi A blok 2. koğuş bir kahramanın gelişiyle şerefleniyordu. Evet gelen Yunus’tu. Biraz sohbetin akabinde kendisiyle hemen kaynaştık.
MHP davası tek dosya olarak hazırlanınca, bu arkadaşlarda Adana’dan getirilmişti. ‘Karıştır-Barıştır’ (tretman) planı gereği örgütçülerle aynı yere tıkılmış, arkadaşlarımızın katilleriyle beraber yaşamaya zorlanırken, Adanalıların buraya intikali bize hayat iksiri gibi gelmişti. Yönetimin tezgahı tutmuyor ve Bozkurtlar, yaratılışlarının vermiş olduğu tabiî bir refleksle tazyik altında yaşamaya karşı şiddetle direniyorlardı. Yunus’un gelişiyle tırmanan gerginlik, bir perşembe günü yatsı vakti, arkadaşlarımız cemaatle namaz kılarken patlamaya dönüştü. Ben, Yunus Uzun ve Mahir Damatlar nöbetteydik. Bize karşı yoğun bir saldırı başladı. Bu arbedede onaltı kişi hastahaneye kaldırıldı ancak birisi bizdendi. O an kafasından çok ağır bir darbe almış olan imam tek yaralımız olmuştu. Mevcut olarak bizimkiler onsekiz, karşı taraf ise yetmiş kişi civarındaydı. Fakat her yerde olduğu gibi, kalabalık olmaları onların ağır bir yenilgi almalarına engel olamıyordu. Gene görünmüştü hücre yolları.
‘Entebbe’ adını taktığımız havacı binbaşı gürledi:
-Sizin soyunuzu kurutacağız. Bir örneğiniz daha gelmeyecek bu yeryüzüne.
Okumuştu ama öğrenememişti. Soyları kurutan da, onları yeşerten de şüphesiz yetki sahibi olan yüce Allah’tır. Ancak bu binbaşı kendi soy fukaralığının vermiş olduğu ezikliği, bu geçersiz sözlerle bastırmak istiyordu.
Önce bizden altı kişiyi olaydan sorumlu tutarak kafese aldılar ve işkencenin her türü deneniyordu üzerimizde. Biz ‘ALLAHU EKBER’ nidalarıyla kendi kendimizi motive etmeye ve psikolojik bir direnç desteği oluşturmaya çalışıyorduk. İşkence üçüncü gününü doldurduğunda uykusuzluk ve darbeler bünyemizde ağır bir tahribat oluşturmuştu. Adımın anons edildiğini duyunca, ‘İnşallah dış mahkemedir’ diye geçirdim içimden.
Hakkımda bir çok dava açıldığından, İstanbul mahkemeleri sık sık talimatla ifademin alınması için Ankara adliyesine müzekkere yollarken, bizler de buradan şehir merkezine polis nezaretinde yaptığımız günü birlik seyahatin lezzetini çıkarır ve birtakım suç unsuru olmayan ihtiyaçlarımızı tedarik ederdik. Polis otosuna bindirildik ancak bileklerime vurulan kelepçenin kenarlarından taşan etlerimin aşağı doğru sallandığını görüyordum. Mamak’tan üç-beş saatliğine de olsa kurtulmuştuk ya varsın etlerimiz lime lime olsundu. Parmaklarım simsiyah olmuş sanki karasular inmiş. İsmimi soran ve bir taraftan elindeki dosyalarımızı inceleyen genç komiser benim vaziyetimi görünce isyankâr bir sesle talimat verdi:
-Kelepçelerini açın…
Ellerimin çözülmesi beni bir nebze olsun rahatlatırken, kafesteki arkadaşlarımın o anda neler çektiklerini düşünüyordum. Mahkeme dönüşünde komiserin iyi niyet gösterisinden cesaretlenerek ondan bir istekte daha bulundum. Yol üzerindeki seyyar satıcılardan beş-altı tane yün belkuşağı alabilirsek geri döndüğümüzde arkadaşlarıma dağıtacak ve büyük ihtimalle kafes sonrası atılacağımız tabutluklarda betondan korunacaktık. Polis otosu seyyar satıcıya yanaşmıştı bile.
Komiserin bu ikinci jesti karşısında anlaşılıyordu ki kendisi de Pol-Bir üyesi, yani emniyette var olan birkaç yüz ülkücüden birisiydi. Fakat ekip mevcudu on kişi kadar olan memurlar arasında bu fedakârlıktan fazlasını istemekle ona zarar verirdik. Derken belime üst üste sardığım kuşakları ve ayakkabı ile çorabımın arasına naylon ambalaj yapıp sakladığım çikolataları arkadaşlarıma ulaştırma gayreti içerisinde Mamak yoluna koyulduk. Cezaevine geldiğimizde saat beş olmuştu ve kafes faslı artık kapanıyordu. Bu sefer de bizleri alıp tek kişilik ve bir metrekarelik meşhur hücrelere koydular. Bu hücrelerde ancak dizler kırılarak oturulabilirdi. Bu hücrelerin güzel tarafı da ayakta durunca kafamız tavana değmeyecek kadar yüksek oluşu ve bir başka güzel tarafı da burada artık fizikî işkence olmayışı.
Ancak bu hücrelerde müthiş bir tehlike bizi bekliyordu. Kedi kadar büyük leş yiyerek gelişmiş iri lağım fareleri. Bunlara karşı aldığımız bütün tedbirler iflas etmişti. Kazağımı çıkarıp tuvaletin deliğini sıkıca tıkamama rağmen bir müddet sonra farenin bir inşaat ustası gibi çalışarak bu barikatı kolayca aşmasını hayretler içerisinde izledim. Eski mahkûmlardan dinlediğim ibretli öyküler vardı. Bu fareler önce anestezi etkisi gösteren nefesleri ve hafif ısırıklarıyla tutuklu bedenlerindeki iştahlarını çeken bölgeyi uyuştururlar ve sonrada afiyetle yerlerdi. Tadına doyamadıkları ve en sevdikleri lezzet noktası ise kulak memeleriydi.
Yorgunluktan bitap düşen av, ancak uyandığında vücuduna ait bazı parçaların kendisini terkettiğini anlayabilecekti. Bu tüyler ürperten olaylar bir çok hapishanede vuku bulmuş, canlı tanıkların anlatımları ve mağdurların yüzlerinde, kulaklarındaki izler de bunun açık bir nişanesi olmuştu. Beş senelik hücre hayatımda en etkili düşman olarak bana gösterilen fareler ile zoraki bir dostluk kurarak onlarla âdeta bir saldırmazlık paktı imzalamıştım. Onların istekleriyle benim isteklerim aynı kulvarda buluşan değerler değildi. Sadece en hoşlandıkları yiyecek olan ekmeğin kızarmış bölgesini istiyorlardı. Soyları kurutacak olan bazı kimyasal maddeler katılarak bizlere servis yapılan ekmeği zaten yemiyorduk.
Hücrede fare de olsa bir canlı görmek, bir hayat emaresine tanık olmak bizim için bir direnç kaynağı oluyordu. Bazen onun gelmesini ağustos sıcağında bitkilerin suyu beklediği gibi hasretle gözler, gelmeyince de üzülürdük. Onu gördüğümüzde ise bir sevinç dolardı kasvetli hücremize, eğlenirdik. Sohbet ederdik. Fareye sorduğumuz sorulara onun yerine de cevaplar vererek gündeme ait şiddetli tartışmalar yapardık. Şaşırtıcı gelse de bir fareyle muhabbet etmek, kapıdaki nöbet-çiyle konuşmaktan daha lezzetli daha verimliydi bizim için.
Bir hafta sonra Yunus Uzun’la beni, tecrit 3 arka hücre 1′ e götürdüler ve burada iki de örgütçü olmak üzere dört kişi birlikte kalacaktık. Hücrelerde de ‘Karıştır-Barıştır’ planı uygulanıyordu. Daha doğrusu uygulanmaya çalışılıyordu. Süt ile zehiri karıştırmaya benzettiğim bu zorlama hiçbir zaman başarı şansı bulamamış ve hapishanelerin hepsinde fiyaskoyla neticelenmiştir.
Hücre sakinleri, Yunus’u görünce per perişan oldular. Bu onlar için idam fermanından daha ağır bir ceza ve sonucu meçhul olan dayanılmaz bir acıydı. Bir taraftan Yunus’u seyrederken, içlerinden kadere bak şarkısını söylüyorlardı. Hücrede ranza şeklinde iki yatak vardı ve tabiî olarak onlar bizimdi. Diğer iki kişi yerlere gazete kağıdı sererek yatacaklardı…
Anlatılanlara göre, Yunus Uzun Adana Devrim Mahallesi’ne motosikletle girdiğinde, komünistler kaçarak sığınaklara girerlermiş, her motosiklet sesi onların kâbusu olmuştu, acaba ‘Yunus mu?’ diye. Bunun sonucu bu hücre ortamında daha net görülüyordu. Kurtuluş örgütünün kurucusu, sekiz numaralı hücresine giderken bizim önümüzden geçtiğinde âdeta tören vaziyeti alır, bakışlarını kendi ayaklarının dışına kaydırmaz ve ürkek ürkek yürürdü. İşte örgütçülere korku salan Yunus Uzun böyle bir kahraman böyle yağız bir çeriydi…
Bir arkadaşımızın idam cezası, Kenan Evren ve suç ortakları tarafından onaylanınca:
-Sakın idam olursam üzülme, büyük suda boğulduk, diyordu Yunus.
Yunus Uzun beş dosyadan idam cezası almış, elliye yakın davadan ise idam cezası bekliyordu. Ülkücü Hareket içinde idama en yakın olan kişiydi.
Yunus Uzun soğuk hava ve soğuk suyu hiç sevmezdi. Ocak ayında bile hücremizde mecburen buz gibi suyla yıkanırdık. Koridordaki camları özellikle açık bırakırlar ve Hüseyingazi Dağlarının ayazı ciğerlerimize işlesin diye olağanüstü bir gayret gösterirlerdi.
Kışın yıkanmak çok çetin gelirdi doğrusu. Banyo yaparken önce ağzımı soğuk suyla doldurur sonra da koca plastik bidonu kafamdan aşağıya boşaltırdım. Böylece üşümeyeceğime inanır aslında kendimi avuturdum. Hergün banyo yapar ve bu olumsuzluklara karşı bütün gayretimizle direnirdik.
FİKRİ’MİN İNCE GÜL’Ü
Zulme karşı yalın yürek
Sehpalara yürüdüler gülerek
YAMANTÜRK


‘Altı da bir, üstü de birdir yerin…’
Diyordu hücre arkadaşım. Yani, ‘ha hücredeyiz, ha sarayda.’
Volta atarken bir taraftan söyleniyor, üç adımda yol biterken, geri dönüp bir üç adım daha atıyor ancak duvar yine yolunu kesiyordu. Ben ranzamda uzanmış onun şiir gibi estetik olan yürüyüşünü seyrederken bir taraftan da, böyle lânetlik hücreyi, ihtişamlı bir sarayla mukayese edecek kadar kuvvetli ve kudretli iradeyi hayranlıkla izliyordum. Bu arkadaşım, Ülkücü camia içinde idama en yakın olan tutukluydu. Beş idam cezası Yargıtay’da onay beklerken, bir çok mahkeme de son aşamadaydı. MHP davası, Adana olaylarının 151 numaralı sanığı olarak Mamak Cezaevi’ne getirilmişti.
O Yunus Uzun’du… O bir destandı… Kartalları kıskandıran keskin gözleri hangi örgütçünün üzerinde çakılsa, o militan bir daha güneşin doğacağına olan inancını yitirirdi. Hayatı sevenler, Yunus gözlerine bakmasın diye başlarını eğip geçerlerdi.
O gün biraz sıkıntılıydık. Fikri Arıkan isimli arkadaşımız mahkemeye gitmişti ve onu sabırsızlıkla bekliyorduk. Zaman sanki durmuş, bize ağır bir sabır eğitimi yaptırıyordu. Bu arkadaşımız daha önce iki kez idam cezası almış, Yargıtay her seferinde cezayı esastan bozmuştu. Evet bu son mahkemeydi ve onaylanan idam cezaları üç günde infaz ediliyordu. 4 numaralı hücrede kalan Fikri Arıkan’ı sabah erkenden mahkemeye götürdüler ancak saat neredeyse 15.30 olmasına rağmen hâlâ ortalıkta yoktu. Bir müddet sonra askerlerin ayak seslerinden Fikri’nin geldiğini anladık. Hücrelerimizin kapısı demir mazgallardan oluştuğu için dışarıyı rahatlıkla görme imkanımız vardı.
İlk hücre olduğumuzdan Fikri bizim önümüzden geçecekti. Nihayet geldi ve tebessüm ederek bizi selamladı. Onu böyle neşeli görünce büyük bir ümide kapıldık ve Yunus’la sevinç içerisinde birbirimize sarıldık. Hücreler arasında konuşmak yasaktı. Aksi takdirde ağır cezaî müeyyideler vardı. Ama biz bir yolunu bulmuş ve her türlü haberleşmeyi herkesin önünde rahatlıkla yapar olmuştuk. Nazarî eğitim adı altında mecburî bir ders vardı. Bizlerden bir kişi hücrenin kapısına gelerek Nutuk kitabını okurken, bu arada metindeki sözleri değiştirerek, istediğini anlatabiliyordu. Başımızdaki nöbetçiler de kitabın metni zannederek bizimle beraber huşu içerisinde dinlerlerdi.
Nutuk, muhteva olarak bizim mevzularımıza çok uygundu. Mahkeme safhasını böylece tartışabiliyorduk. Nutuk’ta da mahkeme, iaşe ve tartışmalarla dolu metinler mevcuttu. Fikri, okumaya başladı. Sesi çok net ve vakurdu. Rahat ve huzur bulmuş bir sesle mahkemenin zaferle sonuçlandığını müjdeliyordu. Bizler âdeta nefes bile almadan onu dinlerken, biran önce sonuca gelmesini bekliyorduk.
-Ve Eyüp kurtuldu, dedi Fikri Arıkan. Eyüp Özmen, aynı davadan daha önce idam cezası almış ve idam bekleyen bir arkadaşımızdı. Sehpaya hazırlanırken beraat etmişti. Bunu bir zafer olarak bizlere müjdeliyordu Fikri.
Ya kendisi? Cellatlar onun için hangi hükmü vermişti acaba? Meraktan ölüyoruz.
-Senin için ne karar çıktı?.. diye bağırarak sordum ben. Sabrım kalmamıştı artık. Askerler benim bu kuralsız çıkışımı duymamazlıktan geldiler ki; bu davranışları kararın vahametini göstermeye yetiyordu.
-Benimki idam… diye devam etti Fikri.
Yıkılmıştık… Ama o dimdik ayaktaydı. Berrak bir ses tonuyla bizleri teselli etmeye çalışıyordu. Metindi…
Fikri, arkadaşının beraat ettiğini söylerken bunu bir zafer olarak bizlere müjdeliyordu. Kendisinin aldığı idam cezasını ise sıradanlaştırıyor, sanki bir düğün davetiyesi almış gibi bizlere anlatıyordu.
Biz çökmüştük…
5 numaralı hücreden bir feryat yükseldi. Bu isyan eden sesin sahibi üç komünist liderle beraber kalan Şahin Göksel Arduç isimli genç bir arkadaşımızdı. Sekiz hücreden oluşan, tecrit bölümünde başkaca çıt çıkmıyordu.
Üç gün sonra bir şafak vakti kurulacak olan idam sehpası, cellat, yağlı urgan, yüze karşı okunacak ferman, beyaz gömlek bir anda duygu ve düşüncelerimize hâkim olmuştu. Sanki kafatasım büyümüş ben de içindeydim. Kendi kafamın içinde. Bu nasıl bir hâldi bu nasıl bir duygu!.. Çok ölüm görmüştüm ama bu başka bir vaziyet, bambaşka bir hâl. Daha önce İstanbul’da bu duyguları yaşamış, asılarak idam edilen İsmet Şahin olayında bizler de yanmış, bizler de ölmüştük. Bir kere daha, dedim kendi kendime, insan bir kere ölür ama, biz bin kere…
Fikri Arıkan sakin ve tereddütten uzak bir ses tonuyla konuşmaya devam ediyordu:
-Bu gece çok rahat uyurum artık…
Fikri’nin rahat uykudan sözetmesini anlamaya çalışıyordum. O ise konuşmaya devam ediyordu:
-Şimdi dünyanın en rahat insanı benim. Yüce yaratıcının rızası yolunda, ölümümü her türlü tehlikeye karşı keskin bir silah olarak kuşandım. Demek ki, kendi ölümüm benim en etkili silahım olacakmış. Büyük, güçlü bir silah olan insanın kendi ölümü. ‘Ve ben şimdi yaşamımın en güzel, en tatlı, en dinlendirici uykusunu uyuyabilirim.’
-Adalet terazisini, oduncu kantarına çevirdiler, diyordu, hücre arkadaşım Yunus. Evet, oduncu kantarı daha hassastı bunların terazisinden, nasıl olsa üç aşağı beş yukarı farketmiyordu.
Birkaç gün sonra güneş, Fikri’siz doğacaktı. Takvimler ve zaman bir kere daha durmuştu.
O’nu şafakta astılar…
Ülkücü hareketin altın halkalarından olan ele avuca sığmaz acar Adana çocuğu, A-blok 1 Numaralı hücredeki can yoldaşım Yunus Uzun ise idam beklerken, kader onu başka bir yerde yakalayacak ve bu arkadaşım da Aydın Cezaevi’nde şehit düşecekti.
Yusuf Ziya Arpacık – BAŞEĞMEDİLER

#, #

By Otuken

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir