Şehadet tarihi: 23 Kasım 1970
Tokat’ın Zile kazasındandı. Ailesinin tek erkek çocuğu olup 21 yaşındaydı. Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu öğrencisiydi. İşgal altındaki okulunda komünistler tarafından yakalanıp, üç gün süreyle, -ciğerlerine bisiklet pompasıyla hava basılarak patlatılmaya varıncaya kadar- çeşitli işkenceler yapıldı. Daha sonra, okulun üçüncü katından aşağı atılarak şehit edildi. Cenazesi, memleketinde toprağa verildi…
Önkuzu hey!.. Önkuzu!..
Önde gider Önkuzu…
Bu bayrak düşmez yere
Ölmedikçe son kuzu!..
Dursun adı… Dursun adı…
O gitti, dursun adı…
Dillerde türkü olsun,
Yürekte vursun adı!..
Kuzular koç olacak,
Toy, düğün , göç olacak,
Bu yıl ki kuzuların
Adları ÖÇ olacak!
KIZKARDEŞİ KADRİYE ÖNKUZU’NUN KALEMİNDEN:
AĞABEYİM DURSUN ÖNKUZU
Yıl 1970…
Kasım ayının 22. günü…
İftar sofrasındayız.
Mercimek çorbasını ağabeyimin çok sevdiğini hatırlatıyor, babaannem.
Hepimizin gözleri doluyor.
Kapı çaldı.
Ağabeyimin arkadaşının babası berber Cemal Amca.
Babamı istedi.
İndi babam.
Sonradan öğrendiğime göre: “Öğrenci olaylarında Dursun yaralanmış, hemen Ankara’ya gidelim” demiş.
Tabi radyo ve televizyonlar olaylarda ağabeyimin kaçırılarak işkence sonucu öldürüldüğünü açıklamış.
Bizim bir şeyden haberimiz yok.
Babam haberleri hiç kaçırmazdı halbuki.
Tabi daha 19 haberleri başlamamıştı.
Televizyonumuz zaten yok o zamanlar.
Babam hemen gitti Ankara’ya. Evimize akrabalar, komşular, ülkücü camiadan dostlar dolmaya başladı. Tabi anneme ve bize ağabeyimin yaralı olduğunu söylüyorlardı. Ben ozamanlar orta birinci sınıfta okuyordum. Ablam Amasya Yatılı Öğretmen Okulu birinci sınıfta okuyordu. Benim küçüğüm Zübeyde ise ilkokul ikide.
Ertesi günü ablamı getiriyorlar ülkücü hocaları. Ben hala ağabeyimi yaralı hayal ediyor, ona en iyi şekilde bakar, hemşirelik yaparım biricik ağabeyime diyordum. Heyhat!.. yaradanımıza kavuşalı kaç gün olmuş halbuki. Camilerde selalar kendime gelebildim. Bu mahşeri kalabalığın anlamını ancak o zaman idrak edebildim.
İki gün sonra cenazeyi getirdiler ülküdaşlarının acılı, hüzünlü tekbirleri arasında.
Zile o tarihe kadar öyle bir kalabalık görmemişti.
Otobüslerle Ankara’dan çevre il ve ilçelerden, köylerden akın akın gelen ülkücüler son yolculuğunda birlikte olmak istemişlerdi Şehit Önkuzu’nun ruhuyla.
Kılıçkıran, İmamoğlu, Özmen ve Önkuzu…
İşte davanın ilk şehitleri.
Bu nasıl bir dava idi, nasıl bir mücadeleydi.
Bu birçok kısır düşünceli, egoist, maddeci yöneticilerin dediği gibi sağ sol davası değildi.
Bu, Türk – Gayrı Türk savaşıydı.
Şuuru, kültürü, ruhu ve gönlü ile Türk olanla, hiçbir şeyi Türk olmayanların, gerçek imanı yüreğinde duymayanların savaşıydı.
Daha ortaokul, lisedeyken ülkücü mücadelenin ön saflarında yer almıştı.
Zile kalesinin tam karşısında Ü.O.D açılmıştı.
Önceleri birkaç arkadaştılar. Sonra çığ gibi büyüdüler, çoğaldılar.
Babam sürekli çok ileri saflarda mücadele ettiğini söyler, mesleğini eline aldıktan sonra ne yaparsan yap derdi.
Ailenin tek umudu tek dayanağı oydu.
O öylesine imanlı, kararlı ve samimiydi ki o günlerde yapılan haksız düşünce, görüş ve davranışlara asla tahammül edemiyordu.
Birkaç ay önce Süleyman Özmen Y.Ö Okulu’nda şehit edilmişti. Ağabeyim o olayı bizlere göz yaşları içersinde anlatmıştı. Anneme kan lekeleri olan bir ceketini saklamak üzere yıkamamasını tembih ederek emanet etmişti.
“Bu kan Süleyman’ın kanı sakın yıkama, mübarek şehit kanı; yarın Allah’ın huzurunda şahitlik edecek inşallah” demişti. Kendisinin de birkaç ay önce söylediği bu sözden sonra aynı kaderi beklediğini nerden bilsin.
Ah canım ağabeyciğim.
O bir ülkü deviydi. Hiçbir çıkar gözetmeksizin. Çok büyük ideallere sahipti. Öylesine inançlıydı ki düşüncelerini gerçekleştirmek için elinden geleni yapardı. Milliyetçi, ülkücü çocuklara, gençlere, kızlara milli manevi değerlerimizi kaybetmemeleri için seminerler düzenlerlerdi.
Okul derslerinde başarısız olan talebelere ücretsiz matematik, fen kursları verirdi. Maddi imkanları kısıtlı olduğu halde verilen hediyeleri kabul etmemişti.
Onu akrabalarımız, arkadaşları mahcup, utangaç, az ve öz konuşan, konuşunca herkes tarafından dinlenip beğenilen birisi olarak tanırlardı.
En büyük idealli büyük bir kütüphaneye sahip olmak ve gençlerin hizmetine sunmaktı. Çok kitap okurdu. Eline geçen parayı kitaba yatırırdı. Yaz tatillerinde çalışıp okul masraflarına katkıda bulunurdu.
Judo öğrenmişti. Her sabah jimnastik yapar, titizliği ile ablamı yorardı. Namazlarını düzenli olarak kılar, kılamadığı vakitleri küçük bir deftere not ederdi. O zamanlarda Zile’nin yetiştirdiği çok kültürlü, muhterem bir zat olan müftü Arif Efendi’den ders alırdı. Ağabeyimin yetişmesinde büyük bir payı olmuştu Arif Efendi’nin.
Ağabeyim İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesini kazanmış, kayıt yaptırmıştı. Ama o okula komünistler hakim olduğu için Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okuluna geçmişti.
Kader işte.
Nereye gitsen değişmiyor.
Ağabeyimiz kız olmamıza rağmen bizlerle çok ilgilenir, büyük bir insan gibi her şeyini paylaşırdı.
Kitap okuma alışkanlığım onun sayesinde olmuştu. Yaşasaydı kim bilir ne büyük hizmetleri olacaktı.
Ama o birçoklarımıza nasip olmayacak şerefli bir ölümle Rabbimize kavuştu. Hem de öyle bir mertebe ki tam on üç kişi insanlık dışı işkenceler yaparak ulaşılamayacak sabrı, tahammülü, Allah yolunda can vermenin lezzetini tattırdılar.
”Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehit olmamış) kimselere de hiçbir korku olmayacağına ve onların üzülmeyeceklerine sevinirler.” (Al-i İmran Suresi,169-170. Ayet).
Ruhları Şad, Mekanları Cennet olsun…
Kadriye Önkuzu